ANA SAYFA

4 Mart 2023 Cumartesi

Kılıçdaroğlu 10 Seçim Kaybetti mi?



Gece yorgun kafayla Twitter'da yaptığım flood'da bir kaydırma yapmışım, zincir iç içe geçmiş, takibi ve okuması zorlamış. Tweet'leri sıralayarak, hiçbir değişiklik yapmadan buraya aktarıyorum, okuma kolaylığı olması için.




Tweet 1)

Sağda solda Kılıçdaroğlu için "10 seçim kaybetmiş adam" ifadelerini okuyorum. Bu konuda bir şeyler yazacağım, biraz uzun bir flood olabilir. Normalde bunu söyleyen birini ciddiye alıp da yanıt vermem ama özellikle gençler için anlatmak istiyorum bir şeyler. Buyurun; +

 

Tweet 2)

Kaybettiğini söyledikleri seçimleri sıralayalım önce;

 

1) 2009 yerel seçimi

2) 2010 referandumu

3) 2011 genel seçimleri

4) 2014 yerel seçimleri

5) 2014 CB seçimleri

6) 2015 genel seçimleri

7) 2017 referandumu

8) 2018 MV seçimleri

9) 2018 CB seçimi

10) 2019 yerel seçimleri

 

Tweet 3)

2009'da İBB Başkanı adayı oldu Kılıçdaroğlu. Önce o dönemi hatırlayalım. Kılıçdaroğlu milletvekili. Peş peşe çıkardığı yolsuzluk dosyaları ve canlı yayınlarda AKP'li milletvekillerini harcamasıyla gündemde. AKP'nin önemli isimlerinin başını yediği, istifa ettirdiği dönem.

 

Tweet 4)

Kılıçdaroğlu rüzgarı esiyor o zamanlar ülkede. Bugün adama karşı çıkanların alayı o dönem "CHP'nin başına Kılıçdaroğlu gibi biri gelmeli" diyordu. Hatta CHP'ye ömrü hayatında oy vermemiş kişiler de "Kılıçdaroğlu partinin başına gelirse oy veririm" diyordu. Böyle bir rüzgar var.

 

Tweet 5)

Genel başkan, Deniz Baykal o dönem. Partili partisiz bütün herkesin "CHP'nin başına Kılıçdaroğlu geçmeli" dediği dönemde Baykal da bu rüzgarı görmüş, akıllı bir tercihle onu İBB adayı olarak çıkarmıştı. İstanbul 3 dönemdir AKP'de. CHP, 1980 darbesiyle kapatılmış, 1992'de tekrar açılmıştı.

 

Tweet 6)

1994'te ilk kez seçime girecek. Tayyip'in İBB Başkanı olduğu, SHP adayının Zülfü Livaneli olduğu o meşhur seçim. CHP'nin yerinde SHP var o dönem, CHP yeni yeni toparlanmaya çalışıyor. Tayyip'in %25 ile seçildiği seçimde SHP %20, CHP %1,5 oy aldı.

 

Tweet 7)

DSP'nin aldığı %12 oyu da koysan üstüne, 3 sol partinin toplam oyu %35. 1999 seçimlerinde CHP bu kez %14 oy alıyor, %20 de DSP'nin oyu var. Başka da sol parti yok. 2004 seçimlerine geliyoruz, DSP oyu %1.3, SHP %3,6 alıyor, CHP'nin oyu %29.

 

Tweet 8)

Yine 3 partiyi topla, en fazla %34 oy yapıyor. 94 ve 99 seçimlerinde solun oyu Tayyip'ten fazla olmasına rağmen birleşememe nedeniyle İstanbul Tayyip'e teslim ediliyor %25 oylarla. Neyse. 2009'a gelene dek böyle bir tablo var. O Kılıçdaroğlu rüzgarıyla 2009 seçimlerine girildi.

 

Tweet 9)

SHP artık bitmiş, sol adına yüzdesi sayılacak DSP var, %1,3 oy almış. Kılıçdaroğlu ile CHP'nin aldığı oy %37! Geçmişte 3 partiyi toplasan bu kadar oy çıkmadı, CHP tarihi oyunu alıyor Kılıçdaroğlu ile. Adamın zirvede olduğu dönem bu. Diğer partilere bakalım;

 

Tweet 10)

AKP %44.7, MHP %5, SP %4,8. Yani toplamda %56 gibi milliyetçi muhafazakar sağ oy var. Böyle bir seçmen kitlesinin karşısına Atatürk'ü koy, alacağı oy oranı bu kadar. Daha fazlasını alamazdı. Kaybetti denen seçimde CHP'yi diriltti adam. Hem de şu tabloyla.

 

Tweet 11)

2010'da Baykal'ın istifası sonrası mayıs ayında Genel Başkan oldu ve eylül ayında referandum yapıldı. Referandum sonucunu seçim kaybetmek olarak niteleyen dangalağı dinlene dinlene küreğin sapıyla dövüp ömrü billah konuşamayacak hale getirmek gerek.

 

Tweet 12)

Bunu birisi masada otururken söylese "Kalk sktir masadan, hesabı da da ödeme kaybol, beynine sıçtığımın gerizekalısı" derim, kovalarım. Burada ciddi ciddi anlatmak zorunda kalıyoruz. Ulan halk oylaması bu halk oylaması. Partiyle ne alakası var andaval? Anayasa değişikliği soruyor

 

Tweet 13)

Siyasi partiler bu değişiklik teklifi için taraf olabilir elbette. Ama o, seçimi kaybettiği anlamına gelmez. Şimdi hatırlayın o meşhur Yetmez Ama Evet sloganlı 2010 referandumunu. Siz veya ananız babanız ne oy kullanmıştı? Neden? Bunun Kılıçdaroğlu ile ilgisi ne? Mal mısınız?

 

Tweet 14)

3) 2011 genel seçimleri Genel Başkan olarak girdiği ilk seçim. Önceki seçimlere bakalım: CHP, 1999'da baraj altında kalmış, 2002'de %19 almış, 2007'de %20. Son iki seçimdeki oyu bu kadar yani: %20. Kılıçdaroğlu girdiği ilk seçimde %26 oy aldı. Partinin oyunu artırdı adam.

 

Tweet 15)

Seçimi kazanabildi mi? Hayır. E, Tayyip'e karşı başkası kazanabildi mi sayın a.ına koduğum? Seçmen yapısı bu abi Türkiye'de. 4) 2014 yerel seçimleri Kılıçdaroğlu genel başkan. Yerel seçimde belediye başkan adayları yarışır. Hadi aday tercihlerinden genel başkanı sorumlu tutalım

 

Tweet 16)

CHP'li Aziz Kocaoğlu %49,6 alarak İzmir'i kazandı. İstanbul adayı Sarıgül'dü, %40 aldı, ki bu da CHP için tarihi bir oran. E, Sarıgül de kazanamadı? Ankara adayı Mansur Yavaş, o da kazanamadı. Hoş, neden kazanamadığı malum. İstanbul ve Ankara kaybını Kılıçdaroğlu'na mı yazalım?

 

Tweet 17)

5) 2014 CB seçimleri Ortak aday belirleyelim dendi ve Ekmeleddin aday gösterildi. Yarışa Ekmeleddin girdi, kaybetti. O tercihten Kılıçdaroğlu sorumlu tutulur mu, bu tartışılabilir. E ama ortak aday girdi bu adam seçime. Kılıçdaroğlu kendi girmedi.

 

Tweet 18)

6) 2015 genel seçimleri Kılıçdaroğlu'nun genel başkan olarak girdiği ikinci seçim bu. HDP yeni kurulmuş, ilk kez parti olarak seçime girecek, herkes "Baraj altında kalır, AKP'ye yarar" diyor. HDP %13 oy aldı. CHP'nin bir önceki seçimde oyu %25 idi, bu seçimde yine aynı: %25

 

Tweet 19)

Ama şöyle bir şey oldu. 7 Haziran seçimlerinde CHP tabanının bir kısmı, sırf barajı aşsın da AKP'nin iktidarını engellesin diye HDP'ye emanet oy verdi. O seçimde Tayyip ilk kez tek başına aday olamadı. Teamüller işletilseydi hükümet kurma hakkı CHP'ye geçecekti, işletilmedi.

 

Tweet 20)

Sonra o PKK işbirliğiyle girilen 1 Kasım süreci ve HDP'nin kıl payı, yine emanet oylarla barajı geçmesi. CHP'nin oyu %25. Yani Kılıçdaroğlu ikinci seçiminde oy oranını koruyabildi anca. 7) 2017 referandumu Gel şimdi bir daha küfret, referandumu seçim sonucu sayan dangalağa.


Tweet 21)

Ulan, başkanlık sistemi oylanıyor referandumda. Başkanlık sistemine geçilsin mi geçilmesin mi? Bunu halk olarak ya istersin ya istemezsin. Kılıçdaroğlu ile ne alakası var lan süzme cahil özgüvenine sıçtığımın beyinsiz davarı? Kaldı ki o referandumu kaybetmişti Erdoğan zaten.


Tweet 22)

YSK ve AA hilesiyle seçimin üzerine çökülmüştü. Yani sandık sonucuna göre Erdoğan zaten kazanamadı ama onun kazanamamış olması da Kılıçdaroğlu'nun başarısı değil. Referandum lan bu, kuş beyinli. 8) 2018 genel seçimleri He işte bu da Akşener'le ittifak yapılan seçim.


Tweet 23)

CHP'nin aldığı oy %22,5 İYİP'in oyu %9,9. Lan tamam, Kılıçdaroğlu kazanamadı. Akşener kazanadı mı? Ya da başka biri? Kılıçdaroğlu'nun üçüncü seçimidir bu. CHP yine 2. parti. Daha başarılısı varsa o neden 2. parti olamadı? Hadi 1'i bile geçtim bak.


Tweet 24)

9) 2018 cumhurbaşkanlığı seçimleri Heee, bak en güzel kısma geldiiiikkk... Şimdi arkasından koştukları Maarrem'in aday olduğu, %30 alıp kaybettiği, sonra da ortadan kaybolduğu, o meşhur "adam kazandı" seçimi. Ulan bu seçimi Kılıçdaroğlu mu kaybetti Maarrem mi?


Tweet 25)

Be beynine sıçtığımın kımıl zararlısı! "Kılıçdar seçim kaybetti, ben bok bulmuş sinek gibi Maarrem'in peşinden gidiyorum" dediğin Maarrem kaybetmedi lan bu seçimi? Ulan beyin yerine içi boş mitokondri zarı taşıyan terliksi hayvan, Maarrem'in mağlubiyetini Kılıçdar'a mı yazıyon?


Tweet 26)

Mal oğlu mal "Bu Maarrem daha önce Tayyip'in karşısına çıktı ve kaybetti" demiyor, "CB seçimini Kılıçdar kaybetti" diyor. %25 oyu olan CHP'de %30 alarak seçim kaybeden Maarrem'in halkta karşılığı var, Kılıçdaroğlu'nun yok, öyle mi? Lan sktir kalk git masadan trake solunumlu.


Tweet 27)

10) 2019 yerel seçimleri Bunu da Kılıçdaroğlu'nun kaybı olarak yazmış işkembe çorbası içindeki bok. İstanbul ve Ankara gibi 25 sene AKP tarafından yönetilen en önemli iki şehri kazanmış parti. Hadi bu adayların kendi başarısıysa, önceki yerel seçimleri niye Kılıçdar'a yazıyon?


Tweet 28)

Hayır bir de en önemli 2 şehrin kazanıldığı seçimin neresi kayıp? Kılıçdaroğlu'nun girdiği 1 yerel seçim (2009) 3 de genel seçim var. Öyle 10 seçim falan yok. Onlarda da oy oranları ve nedenleri belli. Mesele "Kazanabilecek aday" ise onlar da denendi işte: Sarıgül ve Muharrem.


Tweet 29)

Ortada böyle bir 10 seçim yok, kafasına göre yardırmış aklına ne geldiyse. Muhtarlık seçimlerini de yazsaydın bari, Kılıçdaroğlu kaybetti diye. 2017'den bu yana kazandığı hiçbir seçim olmayıp hepsinin üzerine çökerek zafer ilan eden Erdoğan, bu kez onu da yapacak güçte değil.


Tweet 30)

Artık iyice yıprandı. Kendi tabanı tepkili. Dolayısıyla bu seçimin dinamikleri öncekiler gibi işlemeyecek. Kılıçdaroğlu kazanamayacak bir aday mı? Hayır, kazanabilecek bir aday. İnce ve götünde dolaşan bok sinekleri, kaybettirmek için uğraşıyor şimdiden. Hani derdiniz Tayyip'ti?


Tweet 31)

Tayyip gitsin diyen herkes oy verirse Kılıçdaroğlu eze eze kazanır. Ama yok, "Benim istediğim aday olmazsa oy vermem, kaybettiririm" kafasındaysanız, Tayyip müstahak size. Sizin o faşist zihniyetiniz iktidara gelmese çok daha iyi olur hatta. Parti de ülke de sizden temizlensin.


4 Kasım 2018 Pazar

Hesap Gelince Elini Yalandan Çantasına Götüren Kız



Ekşi Sözlük'te "hesap gelince elini yalandan çantasına götüren kız" başlığında yazdığım, DEBE (Dünün En Beğenilen Entry'leri) listesine giren, sonrasında sildiğim entry'lerden.







Önce, yıllar evvel yaşanmış bir anımı anlatayım, sonra diğer konuya geliriz. Pazar sabahı daha sikko bir işim yok çünkü.

İşle ilgili bir çalışma nedeniyle sosyal bir ortamda bir kadınla tanıştım. Üzerinde çalıştığımız projeden ötürü de kadınla zaman zaman bir araya geleceğiz. Telefon ve mail adresi alış verişi yapıldı. O gün ayrıldık.

Ya ertesi gündü ya ondan bir gün sonrası. Henüz kadınla ikinci kez yan yana gelmiş değiliz. Telefon çaldı, bu arıyor. Selam sabah faslından sonra;

- Ne yapıyorsun?
+ Eve doğru geçiyorum.
- Vaktin var mı?
+ Ne için?
- Ben falanca mekana geçiyorum, hem bi kahve içeriz hem de projeyle ilgili konuşuruz dedim.
+ Olabilir. Kahve fena fikir değil.
- Tamam, ben orada bekliyorum seni.

Bir iki kahve içer, sonra kalkarız diye düşünüyorum. Evde de biraz işim var hem zaten. Kafamda başka bir şey yok. Kadın için hoş denebilir ama bende ilgi uyandırmış değil, o tarzda bir niyet de yok kafamda. Onun da öyle bir gerekçeyle aradığını düşünmüyorum. Tuttum mekanın yolunu, çok geçmeden de ulaştım. Buluştuğumuz yer de öyle çay bahçesi falan değil, bistro. Çok pahalı olmamakla beraber, dandik bir yer de değil. Orta sınıf bistro diyeyim işte.

On dakika kadar havadan sudan konuştuktan sonra garson geldi. Önümüzde menü var ama zaten kendisi davet ettiği ve ederken de kahve dediği için, doğal olarak kahve siparişi vereceğim. İlk siparişi de kadın vereceğinden, ona baktım.

- Ay, ben akşam yemeği de yemedim...

Akşam yemeği mi yemedin? Çok normal, kimse yemedi henüz? Saat 18.00 ulan, 18.00, ne akşam yemeği? Büyük çoğunluk, evinde henüz yemek hazırlığına bile başlamadı. Bu neyin telaşı, neyin geç kalmışlığı?

Hatun bir yemek siparişi vermeye başladı, sadece akşam yemeğini değil, yarınki kahvaltıyı da çıkaracak aradan, öğle yemeğini de zorlama niyetinde. Ben de izliyorum kendisini. Ablam saydı döktü menüde ne varsa. Aslında normal şartlarda beni enterese eden bir durum yok. Zira davette bulunan kendisi, kahve diye anlaştığımız buluşmayı 4. Sivas Yöresel Lezzetler Şöleni'ne çeviren yine kendisi. Normal olarak hesap ellerinden öper ama neyse ki kadınlar konusunda deneyimli olduğumdan, kadının tavrı huylandırdı beni.

Böyle bir durumda, olması gereken şu: Eğer mütevazı bir buluşmada anlaşılmışsa ve fakat son anda karar değişikliği gibi bir durum ortaya çıkacaksa, ya buluşmadan önce ya da siparişten önce teklifte bulunulur. Ha, davet eden taraf zaten her durumda o sorumluluğu kendi üstlenir ama kahve diye başladığınız şey giderek piknik havasına dönüyorsa da, hayvan gibi sipariş vermeden önce karşıdaki kişiye de sorulur.

Ablamız yemek siparişini bitirdi;

- Bi de yemekten önce bi bira alayım.
+ Otuz üçlük, ellilik?
- Mmm... Yetmişlik olsun.

Oha! Yemekten önce büyük boy birayı sipariş eden abla, yemek başlayınca fıçıyı masaya getirtir. Bu işin sonu nereye gidecek diye merakla bekliyorum ben de artık. Garson bana döndü. Kadının niyeti hakkında tahminde bulunmak için bizim de kimi küçük testlerimiz var tabii ki.

- Sade bir nescafe lütfen.

Böyle yaparak, o hesaba hiçbir şekilde dahil olmak gibi bir sorumluluğum bulunmadığı mesajını verdim kadına. Yani ikiye bölmek gibi bir şansı bile yok. Kadının bundan sonraki tavrı mühim. Dikkatli bir şekilde kadını izliyorum.

- Sen bişii yemiicek misiiin?

Sorunun soruluş şekli, sesin tınısı, sorarkenki yüz ifadesi, "Yani bu hesap tek başıma benim götüme mi gireceeeekkk?" kaygısını kabak gibi belli ediyor.

- Kahve yeterli. teşekkür ederim.
+ Peki...

Hesap kilitleme kaygısı olmasa, "Olur mu canım öyle şey" deyip, bana da yemek vs söylemek üzere garsona dönmesi gerek. Bu, ev sahibi olarak niyetini belli edecek bir davranış olur en azından. Tabii Türk kadını için söylüyorum bunu. Türk kadınından kastım da, coğrafi kültür konusu, "Iyy Türk kadını" gibi tepeden bakan bir küstahlık değil. Batı ülkelerinde bizdeki gibi bir ısrar vs anlayışı yok çünkü zira. Kahve istiyorsan kahve istiyorsundur. "Aç olsa veya başka bir şey istese söylerdi zaten" düşüncesi var. Bu ayrım, bir üstünlük veya meziyet göstergesi değil, tamamen kültürel farklılıktan kaynaklı bir durum.

Ablanın birası geldi. Biz sohbet ediyoruz yine havadan sudan. Proje üzerine az biraz konuşmuştuk ki, yemek de geldi. Fizik olarak fit olmasına rağmen, yiyişli de bir ablamız maşallah. Masada ne varsa gömdü.

- İstersen menünün geri kalanını da paket yaptıralım, birkaç gün idare eder seni?

... demek geçti içimden. Ben asıl birayı kesiyorum ama. Yemek öncesi en büyük boy birayı söyleyen kadının, şimdiye o birayı çoktan bitirmiş olması ve tazeletmesi gerekirdi. Oysa bira gıdım gıdım gidiyor. Çünkü belli oldu ki, Keysi abimiz o hesaba dahil olmayacak, ablamız da aniden ekonomik sürüme geçti. Aslında böylesini sürüm sürüm süründürmek için aynı menüyü sipariş etmek gerekir ama, o zaman ciddi bir risk almak söz konusu.

Yemek bitti, bira bitti, zaman epey ilerledi. Saate baktım,

- Kalksak mı artık? Evde de yapılacak işlerim var.
+ Olur.

Burada da normalde olması gereken, hesabı onun istemesi. Ama ablam hiç oralı değil. Ben de nereli olduğuyla zerrece ilgilenmeden devam ediyorum konuşmaya. Artık alenen psikolojik bir savaş yaşanıyor aramızda. Satranç maçı gibi gayet stratejik hamleler yapıyoruz. On beş yirmi dakika geçti, biz hâlâ oturuyoruz. Sonunda nasıl olduysa istedi hesabı. Garson, sümeni tam ortaya bıraktı. Normalde de hesap isteyenin önüne bırakılır esasen. Bizimki, sandalyede asılı olan çantasına döndü, bir yandan çantayı karıştırıyor, bir yandan da yan gözle beni kesip bende herhangi bir devinim olup olmadığını kontrol ediyor. Dirseklerim masada, ellerim birleşmiş, çenemi de ellerimin üstüne koymuş, rahat bir şekilde ablayı izliyorum. Abla da hâlâ sündürüyor o cüzdan çıkarma işlemini. Sondaj çalışması var sanki, yerin yüz metre dibine daldı. O cüzdanın ağır ağır bir çıkışı, masa seviyesine bir gelişi var ki, her yıl 21 pare top atışıyla yıl dönümünü kutlasan yeridir. Her an için "Ay benim üstümde yeterli para yok, sen öder misin" gibi bir şey söylemesini bekliyorum. Böyle bir şey yapmaya kalkarsa, "Bende de sadece kahve parası var" demeye karar verdim. Cüzdanı da aheste aheste karıştırdı bir süre, kredi kartını çıkardı sonunda. Evet, ben de "Kesin bakiye yetersiz çıkacak" diye düşündüm ama herhangi bir sorun olmadı.

Yüzü bombok olmuş bir şekilde çıktık mekandan. Evlere gitmek üzere ayrıldık. Daha sonra proje için birkaç kez bir araya geldik ama bir daha hiçbir davette bulunmadı.

**********

Şimdi gelelim genel duruma...

Kadının kimliği o kadar muallak ki burada, kimden ve hangi şartlardan bahsedildiği belli değil. Kim bu kadın? İlk defa buluştuğunuz biri mi, sevgiliniz mi, iş/okul vs arkadaşınız mı, resmi bir nedenle yemeğe gittiğiniz kişi mi? Burada gıybet yaparken, aslında kendi öküzlüğünüzü ele vermişsiniz çoğunuz.

(bkz: fakirlik belirten hareketler) ve (bkz: fakirlik belirten cümleler)

Lan oğlum, 50 liralık hesap için bir dünya yazılır mı? Manyak mısınız? Ben kadın olsam, 50 lira için 50 sayfa yazı döktüren tipten uzak dururum. Parasız olduğunuzdan değil, bunu ifade ediş biçiminizden ve yaklaşımınızdan ötürü. Yoksa hepimizin parasız kaldığı, dibi görmüşlüğü vardır bir şekilde.

Kim oğlum bu kadın? Yeni tanıştığınız biri mi? Hoşlandığınız kişi mi? Bir de niyetiniz ne? Barda tanıştınız da, hemen o gece "yatağa atmak" mı maksadınız?

Benden size küçük bir öneri; eğer cebinizde paranız yoksa, hatun peşinde koşturmaktan vazgeçin. Valla bak. Yo, parasız olmak ayıp değil de, bu durumu düzeltmek ve gelir kazanmak için uğraşmak yerine eliniz sikinizde karı kız kovalıyorsanız, sizden bir halt olmayacağı aşikâr. Çok paralar da kazandım, iflas edip sigara parasını bulmakta da zorlandım. Olur, hayat bu. Param olmadığı dönemde de hatun peşinde koşmadım, herhangi bir buluşmaya gitmedim. Davet edildiğim halde üstelik. Paran yoksa otur evinde pezemenk.

Hele bazıları sevgililerinden falan bahsetmiş. Oha! İnsan sevgilisiyle paranın pulun hesabını yapar mı lan? Her seferinde hesabı size kilitleyen, hiç oralı olmayan, özünde asalak gibi yaşayan biriyle zaten hâlâ sevgiliyseniz, o sizin amsalaklığınız. Böyle bir modelle hem ilişkiye devam edip hem de arkasından burada atıp tutuyorsanız da, açıkça karaktersizsiniz. Aynı herifler, "hatunların efendi adam yerine piç tercihi" başlığında ağlıyorlar bir de üstüne utanmadan. E, bu da "erkeklerin efendi hatun yerine piç tercihi" oluyor o zaman? (Şimdi baktım, başlığı açılmış ama hiçbir şey yazılmamış). Oğlum, hem bu kadar ezik, hem iradesiz, hem amsalak, hem de üstüne karaktersizseniz, size müstehak bu modeller. İyice soyup soğana çevirsinler sizi.

İnternette tanışmış olabileceğiniz gibi barda da tanışmış olabileceğiniz bir kadınla ilk kez buluştunuz ve dışarıda bir şeyler yiyip içtikten sonra eve gidip sevişmek niyetindesiniz. Buluşma amacınız bu yani. Böyle bir durumda da hâlâ hesaptan kaçıyorsanız zaten yazık size. Yok yok, o kız tek gecelik bir ilişki yaşayacak diye "orospu" olduğundan ve bu durumda da zaten "parasını" ödemeniz gerektiğinden değil. O kadın zaten "orospu" falan değildir; tıpkı senin gibi sevişme ihtiyacı olan biridir ve senden farkı yoktur. O hesaba dahil de olabilir ayrıca; sevişecek diye escort gibi davranması gerekmiyor. Ama erkek olarak sen bu niyetle yola çıkmışsan, bi zahmet hesabı da üstlen. Öküze bak yaa, gelmiş bir de bunun için ağlıyor.

İş/okul/sosyal ortam arkadaşınsa bu kadın, hesap beraber de ödenebilir, bazen biri, bazen diğeri de ödeyebilir. Burada kadın ya da erkek olması bir şeyi değiştirmiyor. Kişinin eli hiçbir zaman cüzdanına gitmiyorsa, zaten kes at arkadaşlığını, manyak mısın sen? Asalak gibi yaşayan insanla arkadaşlık yapılır mı lan? Nasıl arkadaşlarınız, arkadaşlıklarınız var sizin?

Bir şekilde beğendiğin, hoşlandığın, ilgi duyduğun kadınsa eğer ve davet eden sensen, kadından hesap ödemesini bekleyen görgüsüzlüğüne tüküreyim senin. Lan öküz; görgü kuralı diye bir şey var. Bir kadını bir yere davet etmişsen, üstelik arkadaşlık ilişkisi falan değilse bu, yani sevgililiğe dönecek bir şeyin başındaysan, hesabı zaten sen ödersin. Kadının burada hesaba dahil olma mecburiyeti yoktur, ola ki yeltenirse bile bu hem lütuftur hem nezaket. Kibar bir şekilde reddedersin bu teklifi. Diğer buluşmalarda, daveti yapan tarafın kim olduğuna ve mekanın türüne göre değişir hesap ödeme konusu. Ha, baktın devam buluşmalarında da sürekli sen ödüyorsun, kadın lütfedip kahve dahi ısmarlamıyor, o kadından uzak dur işte. Yiyici bir tiple karşı karşıyasın muhtemelen. Ama zaten sen de cinsellik dışında bir amaç gütmüyorsan, yine hiç tatava yapma derim.

Sevgililik öncesi, genel olarak büyük yemek, şık restoran vb yerlerde kadına hesap ödetilmez. Niyetini ve tarzını anlamak açısından ufak tefek hesapları ödemesine göz yumulur. Ekonomik gücün zaten lüks yerlere gitmeye elverişli değilse -ki gayet normal, o zaman da her iki taraf için uygun bütçeli yerler seçersin, o da çalışan bir kadınsa sarsmayacak bir hesabı ödemesinde sakınca olmaz.

Tabii bu son anlattığım, bizim camianın (sosyalist) kadınları için geçerli değil. Sosyalist bir kadınla berabersen, her an her şeyi yapabileceğini bil. O hesaba dahil olabileceği gibi, doğrudan kendisi de ödeyebilir. Erkeklik egon devreye girerse, seni bile döver bak üstüne.

Bunun dışında sosyalist olmayıp da aynı şekilde kendi hesabını ödemek isteyen veya hesabı tek başına ödemek isteyen kadınlar var elbette. Bunlara da aynı şekilde o erkeklik egosunu devreye sokmasanız iyi olur. O kadınlar bir şekilde (tuvalet bahanesiyle kalkıp kasada veya siz tuvalete kalkmışken hızlıca masada) gayet de ödüyorlar hesabı.

Bence sürekli ilişki içinde bulunduğunuz kadının dedikodusunu yapıp üç kuruş için ağlamak yerine, kendinizi bir gözden geçirin. "İşine gelince feminist, ama hesaba gelince öyle değil" diyen adamların da "Normalde ataerkil ama üç kuruş para için feminist" görüntü çizmesi çok zavallıca. Bir kadının niyetini ve karakterini anlayamıyor, anladıysanız bile ilişkinizi kesemiyorsanız, bu da sizin amsalak olduğunuzu gösterir. Bunu da bir düşünün.

Gelen mesajlar üzerine ekleme: Paranız yoksa sevmeyin, demedi size kimse. Sizinki sevgi değil ki, düpedüz karı kız peşinde koşmak. Entry'de de belirttim; insanın başına her şey gelebilir ve bir anda varlıktan yokluğa düşebilirsin. Meraklısı için söyleyeyim, böyle dibe vurduğum bir dönemimde beni hiç yalnız bırakmayan, ciddi destek olan bir sevgilim de oldu. Maddi destekten bahsediyorum üstelik. Onun hakkını hiç unutmayacağım. Ama siz burada "mesele para değil" deyip, paranız olduğunu da vurguluyorsunuz. E madem paran var, daha ne fakir edebiyatı yapıyorsun lan, hıyar?

3 Ocak 2016


30 Nisan 2017 Pazar

Ege'de Sahil Kasabasına Yerleşmek



"Aslında var ya, bırakıcan her şeyi, gidip Ege'de bir sahil kasabasına yerleşicen, mis gibi yaşiican işte. Tabii abi, ek domatezini biberini, bi de tavuk mavuk alıcan, her gün taze yumurta. N'olcak yaa, kendi balığını tutarsın, akşamları da yaparsın mangalını, gül gibi yaşayıp gidersin. Kaç para gerekecek abi orda yaşamaya? Toprakla uğraş, denizle uğraş, tuttuğun balıkları satsan o da bi'şey. Yok abi, burda her gün büyükşehirin kalabalığını, gürültüsünü, stresini çekmektense, orda böyle daha küçük bi hayatın olucak, ama mutlu olucan en azından, huzurlu olucan. Tamamdır abi, karar verdim, yerleşicem ben Ege'ye!"


Yıllardır, tanıdığım tanımadığım birçok insandan dinlerim benzer bir hayali. Özellikle İstanbul'da yaşayan arkadaşlarımın büyük çoğunluğunda vardır bu İstanbul'dan ayrılıp Ege'ye yerleşme hevesi. Hatta bu konuda Ekşi Sözlük'te açılmış üç başlık var; "malı mülkü satıp sahil kasabasına yerleşme isteği", "her şeyi bırakıp ege'ye yerleşmek", "ege'de bir sahil kasabasında yaşamak"...

Yıllardır duyarım, dinlerim de, bunu yapabilen pek kimse görmedim neredeyse; bir iki istisnayı saymazsak. Herkeste hep bir gitme isteği, ama harekete geçebilen, hayalini gerçekleştirebilen pek az insan...

Özel bir şirkette dış ticaret departmanında, on beş yıl önce fena olmayan bir maaşla çalışan arkadaşım, "Aslında en güzeli kendi işini yapmak. Ne çekicem abi el alemin ağız kokusunu? Üç kuruş az kazanırım ama kafam rahat olur. Kendimi işimi yapıcam abi" der dururdu. Aradan on beş yıl geçti, aynı şirketin aynı departmanında yükseldi, önce amir sonra müdür oldu, şurada emekliliğine çok bir şey kalmadı, hâlâ aynı hikayeyi anlatır. Ege'ye (veya başka herhangi bir yere) taşınma, yerleşme hayali de böyle biraz. Bunu yıllardır söyleyen insanların çoğu, bulundukları yere kök saldılar ve çoğu da ömrünü orada tamamlayacak.


EGE'DE OLMAK

Gençliğini İstanbul'a aşık şekilde geçirmiş biri olarak, özellikle son birkaç yıldır fazlasıyla hoşnutsuzdum İstanbul'da yaşıyor olmaktan. Bir zamanlar çok severek yürüdüğüm sokaklar bana tümden eziyet olmaya başlamıştı. Gördüğüm şey içimi acıtıyordu artık. İstanbul'a dair kimi serzenişlerimi eski blog yazılarımda dile getirmiştim. Sonra yavaş yavaş gitme hazırlıklarına başladım ve geçen senenin başlarında kafamda netleşmeye başladı her şey. Son olarak da geçtiğimiz yaz sonu somut adım atma imkanım oldu. Evin satışa çıkması, satış süreci, yeni bir ev bakmak, bulmak, almak derken, Şubat ayının ilk haftası Ege'ye (Fethiye'ye yakın bir yer diyeyim) taşınmış oldum. Gerek bu sürece, gerekse sonrasına dair çok soru aldım. Hem bu soruları yanıtlayayım hem de bu kısa zamandaki deneyimlerimi, gözlerimi aktarayım.

Taşınmaya karar verdiğimi söylediğimde, özellikle İstanbul'daki arkadaşların çoğundan duyduğum ilk soru, "Sıkılmaz mısın? Ne yapacaksın orada?" oldu. Bunu soran arkadaşların hayatlarına bakıyorum; sabah erken saatte kalk, işe gitmek üzere yollara düş, dünyanın yolunu, trafiğini, çilesini çekerek iş yerine ulaş, tüm gün çalışmaktan yorgun düş, o yorgunlukla tekrar eve gitmek üzere aynı trafiği ve çileyi çek, yorgun argın eve var, biraz uzanıp dinlen, yemek ye, varsa ev işini yap, ya televizyon aç ya da sosyal medyada vakit geçir, çok geç olmadan da vur kafayı yat uyu. Haftasonu, tüm haftanın yorgunluğunu atmak için dışarı çıkmak yerine evde kalmayı tercih edenler hiç az değil. Dışarı çıkanlar da ya bir AVM'ye ya da hep aynı arkadaşlarla, aynı insanlarla aynı eğlence mekanına gidip içiyor. Tiyatroyu falan saymıyorum bile, yıllardır tiyatroya hiç gitmemiş insanların sayısı, neredeyse ülke nüfusundan fazla. Başka? Belki kırk yılda bir sinema. Konser falan da yılda ya bir iki kez ya hiç. E, ne var peki, ne yapıyorsunuz? Hiç... Bana sıkılıp sıkılmayacağımı soran neredeyse herkesin tek yaptığı, herhangi bir mekanda içmek. Eğer buysa, o mekanların çok daha iyisi ve güzeli var burada. Göcek'ten mi sıkıldın? Fethiye yarım saat. Olmadı çık yukarı, Marmaris yarım saat. Üstelik öyle İstanbul'daki gibi trafik çilesi falan da çekilmiyor burada. İki üç saatlik yolu gözden çıkarana yukarıda Bodrum, aşağıda Kaş seçenekleri de var. Üstelik İstanbul'daki gibi tıklım tıkış, kalabalık, uğultulu mekanlarda falan değil, doğrudan Ege'ye, Akdeniz'e karşı oturarak yapıyorsunuz o eğlenceyi. Bunun haricinde ne var İstanbul'daki hayatınızda? Hiçbir şey yok. Ve garip bir şekilde bana sıkılıp sıkılmayacağım soruluyor. Ayrıca Dalaman Havalimanı'ndan İstanbul en fazla bir saat.

Yukarıda bahsettiğim Ekşi Sözlük'teki başlıklar güldürür beni örneğin. Özellikle de "Her şeyi bırakıp" ile başlayanı. O bir türlü bırakılamayan "her şey"in ne olduğunu çok merak ediyorum mesela. Bıraksanız bıraksanız neyi bıracaksınız en fazla? Holdingin idaresini mi? Işınlanmanın formülünü buldunuz da uygulamaya geçirmesi mi kaldı, bırakamıyorsunuz? Bırakacağınız "her şey" nedir tam olarak? Çocuklarının eğitiminden dolayı böyle bir planı hayata geçiremeyen arkadaşlarım var, en makul gerekçenin bu olduğunu söyleyebilirim, bence yani. Bunun dışında iyi bir işte, iyi bir pozisyonda, iyi bir maaşla çalışan arkadaşlar var. Buralarda aynı işi yapma, aynı maaşı alma şansları yok büyük kısmının. Tabii burada gerçekten "iyi" bir maaştan söz ediyorum; 5-6 bin lira gibi ortalamanın biraz üzerindeki meblağlardan değil. Zira İstanbul'daki ev kiraları, ulaşım giderleri, ev giderleri vs ile, burada kazanılabilecek parayla hemen hemen aynı noktaya geliyor kazanç. Bundan sonrası da tercih işte. Yüksek standartlarda bir hayatı İstanbul'da yaşamak ile daha ortalama standartlarda Ege'de yaşamak arasındaki tercih meselesi. Burada sözünü ettiğim kitle de, anlaşılacağı üzre beyaz yakalılar. Belki de hikayenin başlangıç noktası...


Hayaller - Gerçekler...
Yaz tatili için Ege'ye geldiniz, o muhteşem koyları, denizi gördünüz, sokaklarında dolaşırken o huzuru doldurdunuz içinize... Ya da bir sinema filminde veya televizyon dizisinde izlediniz Ege kasabasının güzelliğini, aşık oldunuz. Ege'ye yerleşme fikri yeşerdi kafanızda. Hatta neredeyse karar verdiniz. Toprakla uğraşacak, domates biber ekecek, balık tutacaksınız. Hatta belki bir köyde ekolojik tarım falan...

Açık söyleyeyim; bir beyaz yakalının yapabileceği şeyler değil bunlar. Hatta buraya yerleşip iki seneden fazla yaşayabilmek bile, ömrü plazada geçmiş ve/ya o yaşam tarzını benimsemiş bir beyaz yakalının yapabileceği bir şey değil. Bunun nedenlerini benden önce gayet güzel açıklamış bir arkadaştan alıntı yapayım;

- Toprak işlemekten, ya da hayvan beslemekten anlıyor musun? Yoksa just google it gibi bir düşüncen mi var? Pişt, hayvancılık yorkie'ni bebek veteriner kliniğine götürüp oradaki veterinerlere işini öğretmeye pek benzemiyor, şimdiden haberin olsun. Ya da ekin ekmenin, çiçek aranjmanı yapıp Instagram'da paylaşmakla pek alakası yok.

- Partnerin (eşin, sevgilin) de seninle aynı hayali paylaşıyor mu? Partnerin yoksa ya da seninle gelmiyorsa, tek başına tüm işlerin altından kalkacağına mı inanıyorsun?

- Köye yerleşir, toprakla hayvanla falan uğraşmam, bu zamana kadar biriktirdiklerimi harcar, parası neyse veririz diyorsan, birikimin bayağı sağlam demektir. Ki ayrıca, mal mısın, böyle bir birikimin varsa ne işin var, her ne kadar güzel yerler de olsa Türkiye'nin bir parçası olan Ege'de? 

- İki gün sonra, yapacak hiçbir şey bulamayıp, akşama kadar kitap okuyup pedal çevirmekten sıkılınca ne yapacağın konusunda bir fikrin var mı? Kahveye gider misin, gidersen oradaki dayılarla muhabbet edip kağıt, tavla, okey oynayacak kadar beyaz yakalarını mavileştirmeye hazır mısın? Hişt baksana, o dayıların seninle hiçbir ortak özelliği yok; ne sandalyeden yuvarlanır ne de Game of Thrones izlerler. Ne konuşacaksın onlarla? Ki onlar, sürekli küçümsediğin, eğitilmesinin şart olduğunu bar masalarında haykırdığın adamlar.

- Özellikle İstanbul'da iş yaşamının uzunca bir süre parçası olduysan, hayattaki tek amacın önüne gelen insanları sikmek ve bunu yaptığın için kendini haklı görmek olmuştur büyük ihtimalle. Bu hırsla, toprak ekince ne yapacaksın? Senden fazla mahsul alan komşunun tarlasını kundaklayıp, fazla doğuran komşu keçilerin (komşu keçi ney lan) memelerini mi keseceksin?

- Kıyı köylerine yerleşip balıkçılık mı yapacaksın? Ne anlarsın satılıp karın doyurulacak miktarda balık tutmaktan? Tek başına bu kadar balık tutman çok zor, balıkçı teknesine ne olarak katılmayı düşünüyorsun? Bembeyaz yakalarından dolayı seni direkt kaptan yapacaklarını mı zannediyorsun Berke Bey - Şule Hanım? 

- Henüz keşfedilmediğini zannettiğin bir yerde salaş lokanta mı açacaksın? Hiç kimse bilmiyor, ama 3-5 yıla patlayacak orası, değil mi? Tüm Türkiye'de sadece sen fark ettin oranın özelliklerini ve gelecekte patlayacağını. Koskoca lokantayı 50 bine mal edip sonra keyfini mi süreceksin? Peki, özellikle kıyı Ege'de arsadan gelen paralardan dolayı pek çalışmayan köylülerin yerine doğudan gelen kavruk gençleri çalıştırmak zorunda kalınca ne diyeceksin? Hani, tiksintiyle baktığın, otopark mafyası, pkk destekçisi, 15 çocuk yapıp sokağa salan, eğitilmesi şart olan gençler var ya, işte bunlar da onların kuzenleri.

Anlayacağınız, yaz tatillerinde veya sinemada, televizyonda gördüklerinize benzemiyor burada hayat. Yaz bitip de kış geldiğinde, kimsecikler kalmıyor burada. Yerel halkla başbaşa kalıyorsunuz, hani çoğunuzun beğenmediği o Anadolu insanı... Sırf bu nedenle iki üç sene içinde buradan İstanbul'a geri kaçan insanlar biliyorum. Bir bankada müdür, İstanbul'da aldığı paranın aynısını alıyor, giderleriyse İstanbul'dakinin neredeyse çeyreği kadar. Bankadaki odası, Ege'nin o muhteşem koyunu cepheden görüyor, öyle sarhoş edici bir manzara. Yok, kaçtı gitti adam. Zira yaşadığı hayatı kendisi için değil, birilerine göstermek için yaşayan çoğunluğundan o da o dünyanın. Bir yere gidip bunu sosyal medyada paylaşması, kendini orada etiketlemesi, 'ne kadar mutlu olduğunu' birilerine göstermesi gerek. Tek başına yaşayamaz o. Sosyal olarak da yaşayamaz, fiziksel olarak da. Ayrıca yine hayatı başkalarına endeksli olduğundan, sosyal medyada arkadaşlarını takip edip, bu kez onların kendisinden 'daha mutlu' olduğunu görerek mutsuzluğa kapılır, orada olması gerektiğini düşünür. Arkadaşlarının, kariyerlerine yeni yeni etiketler eklediğini görüp içi gider. Aslına bakılırsa, bu profildeki insanın herhangi bir yerde mutlu olma şansı zaten yok. Yazık ki, ömrünü bu şekilde başka insanları izleyerek ve/ya onlara bir şeyleri kanıtlamaya çalışarak, dışarıdan bakıldığında "Heyyooo çok mutluyuuummm" görüntüsü vermesine rağmen içten içe derin bir mutsuzlukla tamamlayacak ve ölüp gidecek. İşin bu kısmı için şu an bir şey söylemek istemiyorum ama Ege'ye yerleşme meselesinde önerim, bu sevdadan acilen vazgeçmeleri. Size göre bir hayat yok burada.


"İstiyorum ama nasıl yapacağım?"
Yıllarca dillerine doladıkları bir hayali niçin gerçekleştiremediğine bakıyorum insanların. Genel gözlemim; çünkü onu GERÇEKTEN de istiyor değiller. Öylesine, laf olsun diye konuşuyorlar. Belki de herkes konuştuğu için. Gerçekten de çok çok istediğini söyleyenleri de izledim. Bu konuda en ufak bir adım atılmamış, en ufak bir araştırma yapılmamış. Hani şöyle ellerine haritayı alıp da "Nerede yaşayabilirim? Orada ev fiyatları (satılık/kiralık) ne kadar? İş ilanlarına bir bakayım, orada ne yapabilirim?" bile dememişler. Bir sabah uyandıklarında, kendilerini birden bire 'o hayatın' içine uyandıracak sihirli değneğin gelmesini bekliyorlar sanki. Çoğu konuda böyle geçmiyor mu zaten hayatımız? Hep 'iyi bir şeyler' olsun istiyoruz ama o iyi bir şeyin nasıl olacağını bırakın, tam olarak ne olduğuna dair bile bir fikrimiz yok. Oysa çok basit iki soruya bakıyor: Ne olursa mutlu olurum? Onu nasıl gerçekleştirebilirim? Sonrası, sadece adım atmak. İnternet, sadece sosyal medyada flört etmeye yarayan bir icat değil. O çok istediğiniz şeye nasıl ulaşabileceğiniz konusunda size her türlü bilgiyi oturduğunuz yerden hiç kalkmadan sunabilen harika bir olanak. Bu taşınma konusu için örneğin; açın haritayı, bölgede biraz dolaşın, ev fiyatlarını, iş ilanlarını inceleyin, taşınma masraflarını hesaplayın, kafanızda az çok bir fikir oluşsun. Sonra bunu yavaş yavaş somutlaştırmaya başlarsınız. En ufak bir araştırma zahmetine bile girmeden yıllarca salt temennide bulunmaya devam ederek, daha da yıllarca kurarsınız o "Ah keşke"li cümleleri.

İnsanların bu hayali gerçekleştirmesinin önündeki en büyük engelden birincisi korku. Bilinmeyenden korkar insan. Alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlanarak kök saldığı şehrinde aşağı yukarı neler yaşayabileceğini bilir kişi. Ama köklerden kurtulup yeni bir hayata başlamak, arkasından neyin geleceği bilinmediği için korkutur. Tam da bu yüzden, korkuyu kamufle etmek, korktuğunu kendinden bile saklamak için çeşitli bahaneler üretip durur. Buna yapılabilecek çok fazla bir şey yok. Cesaret, her ne kadar dışarıdan telkin edildiğinde anlık uyansa da insanın içinde, en özünde kişinin kendisine bağlıdır. Bunu aşabilmenin tek yolu, bir parça cesur olmaya gayret etmek.

Korkudan sonraki ikinci neden ise ekonomi. Bana göre de en haklı kaygı bu. "Oraya gittiğimde ne iş yapacağım, nasıl geçineceğim?" Hali vakti yerinde kimse bunu sormaz. Devlet memurlarının da böyle bir derdi olmaz. Doktor gibi spesifik mesleği olanların da pek böyle endişeleri yoktur sanıyorum. Diğer gruplar açısından durum değişkenlik gösteriyor. Şurası bir gerçek ki, buradaki iş olanakları İstanbul'daki kadar geniş değil. Yani bir endüstriyel tasarımcının burada yapabileceği pek fazla bir şey yok. Bu bölge, maulumunuz turizm bölgesi ve ekonomi büyük ölçüde turizm üzerinden dönüyor. Bunun dışındaki seçenekler sınırlı. Bunların nasıl değerlendirilebileceği tamamen kişinin nasıl ve hangi standartlarda bir hayat yaşamak istediğine bağlı olduğundan, kimseye "Gelin, şu işi yapın" diyemem. İş ilanları yayınlayan siteler var, az çok fikir verir sanıyorum. Onun dışında kendinize iş alanı da yaratabilirsiniz, bu da tamamen yeteneklerinize ve yaratıcılığınıza bağlı bir şey.


Ege'de hayat
Ege'de yaşamak dendiğinde, muhtemelen herkesin kafasında başka başka hayatlar, başka başka bir yaşam biçimi canlanıyor. Farklı hayaller, farklı beklentiler... Ben, tam istediğim ve beklediğim hayatı yaşıyorum burada. Beklemediğim, karşılaştığımda şaşırdığım ama hoşuma giden güzellikler de cabası...

Şubat ayında geldim buraya. En ıssız, en boş zamanı diyebilirim. Üstelik, benim şansıma sanıyorum, geldiğimde hava, önceki yıllara oranla daha da soğukmuş ve bitirmek üzere olduğumuz şu Nisan ayında bile hâlâ üşütebiliyor akşamları. Tabii burada üşümek kavramı, tişörtün üzerine polar vb almak şeklinde oluyor. Şubat ayında mont da giyiyorduk tabii canım, onu da belirtmiş olayım.

Sabahları genellikle balkonda veya verandada veya bahçede çay sigara içmeyi seviyorum. İlk zamanlarda, evin önünden geçen insanlar uzun uzun bakıp inceler, kimi "Günaydın" deyip selam vererek geçer giderdi, kimi "Hoş geldiniz, hayırlı olsun" derdi. Hatta bahçenin önünde durup kiracı mı yoksa ev sahibi mi olduğumu, yazlıkçı mı yoksa sürekli mi olduğumu soranlar da oluyordu. Konu komşudan bahsetmiyorum üstelik, evin önünden geçen herhangi birileri olabiliyordu bu insanlar. Henüz yeni bitmiş ve daha önce kimsenin oturmadığı bir bina olduğundan, hemen dikkat çekmişti birilerinin yeni taşındığı. Başlarda garipsediğim bir şeydi bu. Öyle ya, biz İstanbul'da, aynı apartmandaki komşularımızı bile tanımıyor olabiliyorduk kimi zaman. Apartmanda karşılaştığımız insanların kim olduğunu bilmeyebiliyorduk. Apartman kapısında hiç selamlaşılmadan girip çıkıldığını bilirim. Buradaysa sadece evimin önünden geçenlerle sınırlı olmadı bu, yolda yürürken herhangi biriyle karşılaşıp da göz göze geldiğimizde, gülümseyip selam verirdi karşıdaki. İlk zamanlar affallıyordum. Selama karşılık verdikten sonra, bir şey soracak veya söyleyecek diye bekliyordum. Öyle ya, durduk yere neden merhaba demiş olabilir ki bir insan? Oysa burada insanlar sadece selam verip geçiyor. Tanış olup olmamak önemli değil. Bir restoranda oturmuş yemek yiyorum örneğin, başka bir masadaki müşteri kalkıp yanımdan geçiyor lavaboya gitmek için, göz göze geldiğimizde gülümseyip "Afiyet olsun" diyor. İstanbul'dayken "Manyak mı bu?" diyerek, garipseyerek baktığımız şeylerdi bunlar. Bir dükkana giriyorum alışveriş için, esnaf sorguya çekiyor hemen: "Misafir misiniz? Yeni mi taşındınız? Nereden geldiniz?"... İlk etapta "Ulan sana ne! Ver ekmeği de gideyim işte" diyor içinden insan. Oysa onların yapmaya çalıştığı, kasabaya yeni gelmiş biriyle yakınlık kurmak, misafirperverliklerini göstermek, kısaca insanlık... Gülümseyerek yanıtlıyorum sorularını. Yeni taşındığımı öğreniyorlar. İlla ki "Hoş geldiniz, güle güle oturun" deniyor. Ertesi gün aynı dükkana tekrar gittiğimde, "Abi hoş geldiniz. Nasılsınız?" ile karşılanıyorum. Beklemediğim şeylerin bir kısmı bunlardı işte.

İnsanlar genel olarak sıcak ve yardımsever, işinizi halletmek için gerçekten uğraşabiliyorlar. Bununla beraber çok da rahatlar ama. Dükkana gidin, soru sorun ya da bir sorununuzu anlatın, çözmek için uğraşırlar, ama diğer yandan da keyiflerine düşkünler, kolay kolay iş yaptıramazsınız. Eve çağırdığınız üsta akşam geleceğini söyler, gelmeyebilir. Ertesi gün belki gelir. Yani bir yandan yardımseverler, öte yandan da paraya ihtiyaçları olmadığından rahatlarına düşkünler. Zaten kimsenin de acelesi yok burada. Rahat rahat, geniş geniş, yaya yaya yaşıyorlar hayatı. Bir süre sonra siz de buna alışıyorsunuz, hatta ayak uyduruyorsunuz. Başlarda alışkanlıklarınızdan dolayı sinir ve stres yapsa da sizde, sonrasında ne kadar saçma sapana şeyleri büyütüp stres yaptığınızı görerek gülüyorsunuz. Tabii çok acil durumlarda bu kadar iyimser bir tablo çizilmeyebilir.

Burada uyku düzenim tümden değişti. Normalde sabahlamayı seven ben, internet bağlatana kadar en geç 23.00, taş çatlasın 00.00'da uykuya geçmiş oluyordum. İnternetin bağlanmasıyla beraber bu saat 02.00'lere kadar çıktı. Ancak kaçta yatarsam yatayım, 08.00'de uyanıyor oluyorum, en fazla 10.00'a sarkıyor bu saat, çok geç yatmışsam. Horoz sesleriyle, tavuk gıdaklamalarıyla başlıyorum güne. Zaten dört bir yanımız limon ve portakal ağaçları... Evimin bahçesinde de çeşitli ağaçlar ve çiçekler var. Dağı, ormanı ve denizi aynı anda görmek mümkün burada. Sabah afyon patlayana kadar balkonda çay/kahve sigara, yoldan geçenlerle selamlaşma, sonra kahvaltı. Benden önce kardeşim yerleşti buraya. Üç buçuk yaşındaki yeğenimi alıp ya parka götürüyorum ya da bahçede oynuyorum. Buraların koylarını anlatmama gerek yok sanıyorum; oralarda balığa çıkıyorum kimi zaman. Bazı akşamlar mangal yakıyorum bahçede. Kendi tuttuğum balıkları pişirip yemek gerçekten keyifli oluyor. Onun dışında bahçede veya balkonda masayı kurup, duruma göre rakı, şarap, bira veya varsa bir şey açıyor oluyorum.

Bir yandan tek başımayım, bir yandan değilim gibi bir şey. Buradaki en iyi arkadaşım, üç buçuk yaşındaki yeğenim. Genellikle beraberiz. O olmadığındaysa yalnızım. Yukarıda bahsettiğim o "Sıkılmıyor musun" sorusunun yanıtı; "Hayır, sıkılmıyorum." Zira, ben tek başımayken de gayet eğlenebilen biriyim. Bahçede tek başıma içmek, bara tek başıma gitmek, kitap okumak, yazmak çizmek, toprakla veya denizle uğraşmak, etrafı keşfe çıkmak müthiş keyif verebiliyor bana. Zaten İstanbul'un o kalabalığından, o yüzeysel ilişkilerinden, riyakârlığından, yalanından dolanından sıkılıp kaçtım, burada tek başınalık daha güzel benim için. Nereye kadar gider böyle? Sonuna kadar gidebilir. Yine yukarıda bahsettiğim şekliyle, insanların çoğu, başkalarına endeksli olarak yaşıyor. Yaşadığı hayatı başkalarına göstermek için yaşıyor. Burada bir itiraf yapayım; geldiğimden beri yaptığım şeyleri özellikle paylaşmıyorum sosyal medyada. Çok çok az bir kısmını paylaştım Twitter hesabımdan. Buna özellikle dikkat ediyorum. Aynı gün içinde Göcek'te sabah kahvaltısı, Dalyan'da öğle yemeği, akşamüstü Dalaman koyları gezisi, Marmaris'te akşam yemeği ve gezmesi veya benzer bir gezginlik yaşadığım olmuştur. Çoğunda da tek başımaydım ve gayet eğlenceliydi benim için. Ama böyle bir hayat tarzını sosyal medyada paylaşma gereği görmedim, görmüyorum. Arkadaş edinmek hiç sorun değil benim için. Sadece şimdilik tercih etmiyorum. Biraz daha ileride değişebilir bu durum.

Burada bir şeyi açıkça ifade etmek gerek belki. Bu "Sıkılmıyor musun" sorusunun altında yatan temel neden sosyal ve kültürel bir hayat değil esasen. İstanbul, kalabalık nüfusu bakımından ilişkiye ve hatta sekse daha kolay ulaşım olanağı sunuyor. Asıl sorulmak istenenin bu olduğunu düşünüyorum. Gözlemlediğim kadarıyla, kimsenin yalnız kalmaya tahammülü yok. İlle biri olmalı hayatlarında. Sanırım burada ayrışıyoruz bir parça. Ben yüzeysel ilişki sevmiyorum. Eli yüzü düzgün diye biriyle bir ilişki 'denemek' gibi bir anlayış var insanlarda. İlişki, denenebilen bir şey değildir oysa bana göre. Birini tanırsın, seversin, hissettiklerin ona özgüdür, onda da sana karşı bir şey varsa, zaten ilişki yaşanır. Ama özne fark etmiyor da fiil üzerinden gidiliyorsa, zaten yanlış bir şey var demektir ortada bana göre. Buradan bakınca, bu şekilde olacaksa hiç kimse olmasa da olur diyorum hayatımda. Zaten öylesi bir ilişki, tüketim esasına dayandığından sadece zarar veriyor kişiye, başka bir şey değil. Kişiye göre değişen doğrular ve tarz bunlar elbette. Ben, "Az eşya, az insan, bol huzur" esasına dayalı bu yaşadığım hayattan gayet memnunum yani.

Özetle; benim açımdan şimdilik gayet keyifli burada yaşam. Hatta geç bile kaldığımı düşünüyorum kimi zaman, daha önce gelmediğime hayıflanıyorum. Aslında daha yazılabilecek, anlatılabilecek çok şey var buraya dair, buradaki yaşama dair. Henüz çok çok kısa bir zaman dilimindeki gözlemlerim, izlenimlerim bunlar. Yaşadıkça, gözledikçe, deneyim kazandıkça yine burada paylaşacağım olanı biteni.

Konuyla ilgili sorusu olanlar, sağ sütundaki "iletişim formu"nu kullanarak mesaj atabilirler.

28 Mart 2017 Salı

Neredeyimsiniz?


Dört buçuk ay kadar ara verdiğim blog yazılarım üzerine gelen haklı sorulardan biriydi: "Neredesiniz?" Neredeyim... Yanıtı çok basit, yanıtı çok zor bir soru bu benim için. Kolay tarafından başlayayım;

Geçtiğimiz yaz sonu, İstanbul'dan ayrılıp başka bir şehre taşınmak için gerekli ilk adımları atmaya başlamıştım. Evi satmak, planladığımdan daha uzun bir zamanımı aldı. Sonrasında yeni şehirde yeni bir ev, taşınma, yerleşme... İnternetin bağlanması da bir ay kadar sürdü. Velhasıl, şehir değişikliği gibi bir nedenle bu kadar zamandır ilgilenemedim blogla. Twitter'dan takip edenler biraz daha iyi biliyor süreci.

Tabii, hayatın başka başka getirdikleri de var taşınmanın yanında; hatta götürdükleri... Sorunun zor olan kısmı da burada başlıyor. Bu mavi küre, bizim, olmasını dilediğimiz biçimde dönmüyor. O idealize ettiğimiz hayatları, temennilerimizi yaşamıyoruz. Hatta aslında yaşadığımızı sandığımız şeyi bile yaşamıyor olabiliyoruz. Tüm dekorlar yıkıldığında, makyajlar silindiğinde, kocaman bir oyunun içinde, üstelik de onu gerçek sanarak bulunduğumuz hakikatiyle yüzleşebiliyoruz. Sonra her şeyi tekrar toparlayıp yerli yerine oturtmaya çalışıyoruz bir şekilde. Pırıl pırıl güneşli bir gökyüzünün altında, yemyeşil bir ormanın içinde, masmavi bir gölde mutlu insanlarla şen kahkahalar atarak yüzdüğünüzü sanırken, birden bire koyu gri bir göğün altında, toprağı çatlamış bomboş bir çölde buluyorsunuz kendinizi yapayalnız. İnsanın, bulunduğu noktayı harita üzerinde bile bulamadığı bir kaybolmuşluk ve belirsizlik hâli...

Neredeyim?... Bir süredir bunu düşünüyorum ben de. Son bir yılımı, beş yılımı, yirmi yılımı ve nihayet dünya üzerindeki kırk bir yılımı düşünerek bu sorunun yanıtını arıyorum. Neredeyim?

Gökyüzündeki herhangi bir yıldızın üzerine yüzükoyun uzanıp Dünya'ya bakarak arıyorum orada kendimi. Bunca kaosun, keşmekeşin, koşuşturmanın, kalabalığın, yalanın dolanın, pisliğin, riyânın ortasında kendimi bulmaya çalışıyorum.

Hayatı kendi gerçekliğinden ziyade, ilk gençlik yıllarımızda inanmaya başladığımız ütopik dünyanın düşünü görmek gibi bir yanılgımız oldu sanıyorum. İdeolojik nedenleri de vardı bunun elbet. Gerçeği değiştirebileceğine, kurduğu düşü gerçekleştirebileceğine inanıyor, inanmak istiyor insan. Hayatın kendi dinamizmine uygun ayakları yere basan planlara "düş" diyerek, düş kavramının anlamını daralttık herhalde. Bu nedenle de, o gerçekleşen ufak tefek planlara bakıp, "bir düşü gerçekleştirdiğimiz" yanılgısına düştük, düşüyoruz. Tıpkı benim İstanbul'dan taşınıp bir Ege kasabasına yerleşişime bakarak "Düşünü, hayalini gerçekleştirdin" demeleri gibi. Oysa bu bir düş değil, gerçekleşmesi çok da zor olmayan bir plandı aslında. Düş kurmak, hayata dair düşler kurmak bu kadar basit bir şey değil. Kavramın içini boşalttık bu dar bakışımızla. Tam da bu nedenle "düşleri gerçekleştirebildiğimiz" yanılgısına düşüp, o gücü bulduk kendimizde. Oysa o düşlediğimiz dünya, düşlediğimiz insanlar, düşlediğimiz ilişkiler, şehir değiştirmek gibi büyük oranda tamamen bize bağlı faktörlerle gerçekleşebilecek şeyler değildi. İnsan faktörünü kendi doğası gerçekliğinde değil, bizim temennilerimiz, olmasını dilediğimiz esası üzerine inşa ettik. Filmlerdeki, romanlardaki, şiirlerdeki, şarkılardaki gibi...

O yıldızın üzerinden bakınca Dünya'ya, gerçekle yüzleşiyor insan. Yüzleştiği gerçeklik içinde arıyor kendisini: Orada neredeyim? Gördüğündeyse, şefkatle karışık acıma dolu bir tebessüm yayılıyor yüzüne. Üç yaşındaki bir çocuğun, boyundan büyük duvara tırmanmak için gösterdiği o azime, o kararlılığa, o inanca gülümseyerek bakışı gibi, biraz şefkat biraz acımayla bakıyor gördüğü şeye.

Neredeyim?... Hem bir Ege kasabasında, hem bilmiyorum.

Peki siz neredesiniz?

19 Kasım 2016 Cumartesi

Aziz Nesin - Kul Köle

Aziz Nesin'in Yüz Liraya Bir Deli adlı hikaye kitabından Kul Köle isimli öyküsü...


Öyküyü ilk olarak, 10 sayfayı tek tek yazmaya üşendiğim için sayfaların fotoğrafını çekerek yayınlamıştım. Sveydalii sağ olsun, üşenmeyip yazmış hepsini bir gece sabaha kadar, kitaptaki orijinal yazımı hiç bozmadan, noktasına dokunmadan. Metni mail olarak attı. Buyrunuz, keyifle okuyunuz...

*****************************************************


İsterseniz, olayın geçtiği apartımanın adresini de verebilirim: Nişantaşı, Enginar Sokak, Nur Apartımanı.

Dört katlı apartımanın her katında ikişer daire vardı. Biz, en üst kattaki 7 numaralı daireye taşınmıştık. Karşımızdaki 8 numaralı daire boştu.

Bu apartımana taşındığımızın, sanırım, dördüncü günüydü. Akşam yemeğimizi yemiş, sinemaya gitmeye hazırlanıyorduk. Kapı çalındı. Sekiz on yaşlarında bir kız çocuğu. İşimiz yoksa, rahatsız etmezlerse annesiyle babasının bize misafirliğe geleceklerini söyledi. İsteristemez sinemaya gitmekten vazgeçtik.

Az sonra 4 numarada oturan karı koca geldiler.  Bey doktormuş. Karısı, ev hanımı. Yeni tanışılan kimselerle konuşacak konu bulmak zordur. İyi ki misafir hanım konuşkan bir kadındı. Çaylarımızı içmekteydik.

- İki numarada oturanlarla tanıştınız mı? diye sordu.

Karım,

- Hayır efendim... dedi.

- Aman çok enteresan bir aile...

Karı koca, sözü birbirlerinin ağzından kaparak anlatmaya başladılar:

- Aşağıyukarı dört yıldır bu apartımanda otururlar.

- Yoo... Beş yılı geçti Hanım.

- Amma yaptınız Bey, onlar taşındığı zaman, daha bizim oğlanı memeden kesmemiştim.

- İyi söyledin ya... Sen bizim oğlanı beş yaşında mı, altı yaşında mı memeden kestin?

- Her neyse... Çook enteresan bir aile bunlar. Efendim, bunların bitek çocukları var. Ama nasıl, melek gibi bir çocuk.

- Bu kadar uslu, akıllı, terbiyeli bir çocuk, görülmemiş efendim. Terbiye de bir Allah vergisi, zorla olmuyor.

- Harika çocuklardandı. O zamanlar ondört, onbeş yaşlarında var yok... Fakat ne zekâ, ne akıl Bey'im... Sanki büyük bir adam.

- Öyle yaramazlık, haylazlık  etmek yok. Sokak nedir bilmez. Durmadan okur, derslerine çalışır.

- Saçından tırnağına kadar kabiliyet... Öyle bir anne babadan öyle bir çocuk şaşılacak şey!... Allah'ın bir hikmeti işte...

- Her yıl sınıfın birincisi, iftihar listelerine geçerdi.

-Fakat neye yarar; anne, anne değil, baba, baba değil... Biri denizanası, öbürü trabzan babası...

- Bitürlü çocuğun kıymetini bilemediler. Azarlama, paylama, horlama, sopa, dayak... Ah ya Rabbi, o yavrucağızın çektiği!... Anası olacak karı, affedersiniz, yani sözüm-ona, annelik taslayacak. Gider çocuğun başına: "Haydi, ne duruyorsun uyuşuk, sünepe!... Tembel, miskin!... Bak, başkalarının çocuklarına!" Hep lafları bu. Bigün olsun çocuğun güler yüz gördüğü yok. Ah ya Rabbi, yürekler acısı...

- Üstelik döverler de... Çocuğun feryatlarına taş olsa dayanmaz da acır vallahi... Baba değil, bir canavar... O melek gibi çocuğa nasıl el kalkar!... Zavallının cebine beş kuruş harçlık koymazlar.

- İşte böyle yapa yapa, o çocuğu en sonunda zorla kötü ettiler. İftihar listelerine adı geçen çocuk, ikmale kaldı. Ertesi sene sınıfta kaldı.

- Serseri oldu çıktı oğlan... Geceleri bile eve gelmediği oluyor. Ama şimdi annesini babasını bir görseniz.

- Çocuğa kul - köle oldular. Özel hocalar mı tutmaya kalkmıyorlar, avuç dolusu paralar mı dökmüyorlar... Neye yarar, çocuğu zorla serseri ettikten sonra... Uğraşa uğraşa çocuğu berbat ettiler. Şimdi ağlayıp sızlıyorlar ama, boşuna...

- Geçen gün oğlan sofrada, annesinin başına çorba dolu tabağı fırlatmış. Kadın: "Ah yavrum, yine neye sinirlendin?..." diye ağlamaya başladı. Biz aşağı kattan duyduk...

- Öyle ana baba olmaz olsun. Ulan aşağılık herif desen, affedersiniz, ulan eşşek herif desen, affefersiniz, şimdi böyle kul - köle olacağınıza, şu çocuğun kıymetini zamanında bilseydiniz de, çocuğu da serseri etmeseydiniz, olmaz mıydı?... Haa?...  Olmaz mıydı?... Zorla melek gibi çocuğu serseri yap, sonra da kul-köle ol... Zamanında kıymetini bilsene!...

Birkaç gün sonraydı. Çok yorgun olduğum için, yatmaya hazırlanıyordum. 6 numarada oturan komşularımız, "Güle güle oturun" demeye geldiler. Bunlar genç bir karı koca ile, kadının çok bilmiş annediydi.

Koltuklara oturalı beş dakika olmuş, olmamıştı, kaynana,

- 1 numaradakilerle tanıştınız mı?  diye sordu.

- Hayır, henüz tanışamadık...

- Aaa... Bir tanışın da bakın. Böyle bir aile görülmemiştir.

- Ne gibi efendim?

Ne gibi olduğunu, sözü birbirlerinin ağzından kaparak, üçü birden anlatmaya başladılar:

- Evin beyini aşağıyukarı sekiz, on yıldır tanırız. Ah nasıl adamdı, dille tarif edilmez.

- Namuslu, çalışkan, dürüst... Evine, yuvasına bağlı, karısına çocuğuna düşkün...

- Ne çare, bir cadaloz karıya düşmüş ki, tasavvur edilir gibi değil. Kadın, kocasının kıymetini bitürlü anlamadı.

- Boyuna vırvır, boyuna dırdır...  Zavallı adamı zorla evinden barkından soğuttu. Allah öyle kadını düşmanımın başına vermesin... Adamın kafasının etini yer: "Vay, neye geç kaldın... Vay, bana neden şunu dedin, vay neden demedin..." Adamcağızın geç kaldığı, bişey dediği, yada demediği falan da yok...

- Sonunda adam dayanamadı artık. Ağzına içkinin damlasını koymazken, her akşam içmeye başladı. Derken meyhanelere dadandı. Geceleri sabaha karşı şunun bunun sırtında eve zilzurna geliyor.

- O kadar mı yalnız? Ya karısına hakaretleri!... Nasıl küfürler ediyor, duyunca insanın yüzü kızarır.

- Dayak da atıyor. Kapıdan içeri girer girmez, bir nağra atıp, karısını ayağının altına alıyor... Dayaktan kadının heryerleri çürük içinde mosmor...

- Kadını şimdi görseniz, şaşar kalırsınız, "Kocacığım, kocacığım" diyor da bir daha demiyor. Akşam oldu mu, giyinip kuşanıp, süslenip püslenip pencere önünde kocasının yolunu gözlüyor. Tek geceleri dışarda kalmasın diye, kocasına ne içki sofraları hazırlıyor.

- Ama neye yarar efendim, iş işten geçti. O melek gibi adamı zorlaya zorlaya en sonunda şeytana çevirdi. Bundan sonra kulu - kölesi olmuş neye yarar!... Herif de her gece döve döve karısının pestilini çıkarıyor.

- Oh oldu şırfıntıya, affedersiniz, zorla istedi, kaşındı.

- A namussuz karı desen, çok affedersiniz, ulan a alçak karı desen, affedersiniz, şu kocanın kıymetini zamanında bilsen de, adamı da bu hallere sokmasan olmaz mı?... Adam sonunda bir haydut oldu, ancak o zaman kadın da yoluna saçını süpürge etti... A kaltak desen, affedersiniz, madem hanım hanımcık olmasını becerirsin, şunu önceden yapsan da... efendim?... İnsanoğluna demek, rahat batıyor.

Gece yarısını epiy geçmişti kalktıklarında.

- İyi geceler... Yine buyurun, bekleriz!... diye onları uğurlarken, eşik üstünde bile bu konuyu anlatıyorlardı.

Aradan birkaç gün geçti. Yetiştiremediğim işlerimi eve getirmiş, çalışacaktım. Masama daha yeni oturmuştum. 5 numarada oturanların hizmetçisi gelmiş, vaktimiz müsaitseymiş, Bey'le Hanım bize geleceklermiş.

- Buyursunlar...

Canlanmış şarap fıçısına benzer bir adamla malak iriliğinde bir kadın, bir de her oynak yerinden cilve dökülen kızları geldiler. Anlattıklarına bakılırsa, bunların da derdi, zoru 3 numaralı dairede oturanlarla...

- Demek tanışmadınız?... Çok tip bir adamdır. Bizim dairede memurdur. Bize yeni bir müdür gelmişti. Ama görseniz, ne centilmen, ne kibar bir adamdı. Sanki karşısındaki  memur müdürmüş de, kendisi memurmuş gibi... Çok asil bir adam canım, tasavvur edemezsiniz. Gayet terbiyeli, nazik... "Efendim"siz konuşmaz. Kimseye sert bir söz söylemez. Bizim daireye şimdiye kadar böyle, bir müdür gelmemiş. Bu, 3 numarada oturan herif, bu kadar yumuşak adamı buldu ya, artık şımardı da şımardı... Müdüre çıkışır, işe geç gelir, bazen hiç gelmez. Müdür yine de sesini çıkarmaz. Yalnız, "Rica ederim efendim" diye nezaketle ihtarda bulunur. Ama kime?... Bu 3 numaradaki, verilen vazifeleri yapmaz, müdürü takmaz. Bir, iki, üç, beş... Ehhh... Artık adamda sabır kalmadı. Bey'im, bu melek gibi Müdürü o herif, nasıl zorla barut yaptı bir bilseniz... Ama yalnız ona karşı... Şimdi hele bir sabah beş dakika geç kalsın, akşam iki dakika erken çıksın... Vay vay vay... O nazik müdür buna açıyor ağzını, yumuyor gözünü... Söylemedik söz bırakmıyor. Hani o sözleri köpek işitse kudurur. Ama bu herif hepsine katlanıyor. "Ne yapayım, çoluk çocuk var. Kovulursam aç kalırım" diyor. Hem de korkusundan nasıl çalışıyor, bir görseniz... İki üç kişinin işi üstüne yüklenmiş... Şimdi böylesine ne denir? Ulan bre namussuz, haşa huzurdan, madem böyle korkacaktın, madem böyle efendi efendi çalışacaktın, peki bunu evvelden yapsana... Şu müdürü de zorla kabalaştırmasan olmaz mı? A alçak desen, affedersiniz... Bu öyle bir heriftir ki... Şimdi Müdürün  başdalkavuğu, Müdür Bey'e kul - köle...

Bir gece önce sinemaya gittiğimiz için erkenden uyumak istediğimiz bir akşamdı. 2 numaralı daire komşumuz "Güle güle oturun" demeye geldiler. Çocuklarını zorlaya zorlaya serseri yapan bu aileyi çok merak ediyorduk. Oğlanı getirmemişlerdi. Daha ancak biriki  cümle konuşmuştuk ki kadın,

- Beş numarada oturanlarla tanıştınız mı, aman çok acayip insanlardır... dedi.

Kocası, karısının sözünü tamamladı.

- Zavallı kızı zorlaya zorlaya sonunda kötü yola düşürdüler.

Bir karısı, bir kocası anlatıyordu:

- Efendim, bunların bir kızları var.

- Doğrusu çok güzel bir kız... Güzellik yarışmasına girse...

- Birinciliği alır...

- Kraliçe seçilir. Yalnız güzel değil...

- Çok da tatlı bir kızdı. Namuslu kızdı, neme gerek...

- Kıza yıldan yıla bir entari yapmazlar.

- Bir iskarpin...

- Almazlar... Hizmetçiler bile...

- Ondan iyi giyinir. Sonra da...

- Başında kızın bir baskı, bir baskı...

- Kızın kısmeti çıktı...

- Vermediler... Biri daha istedi...

- Ona da vermediler. Biri çok yaşlıymış, öbürü de daha...

- Çok gençmiş... Bir başkası istedi...

- Zengin diye vermediler... Sonra...

- İyi bir adam istedi, ona da...

- Fakir diye vermediler. Sonra...

- Ona da vermediler. Kızı kapıdan dışarı...

- Bırakmıyorlar. Zavallı kız, külkedisi oldu. Sinemaya bırakmazlar, bir arkadaşıyla konuşturmazlar. İşte böyle böyle...

- Derken zavallı kızı kötü yola ittiler. Şimdi kızı görseniz...

- Şaşarsınız, iki dirhem bir çekirdek.  Bir çiçek oldu ki, koklayanın burnu düşer.

- Konsomatrislik yapıyormuş barlarda... Hatta...

- Randevuevine bile düşmüş, görenler var. Annesi babası derseniz...

- Kızın etrafında pervanelere döndüler: "Aman kızım üzülecek, aman yavrum sinirlenecek.."

- "Biraz çıksın dolaşsın... Haydi istersen sinemaya git kızım... Sana bu senenin moda renginden manto yaptırayım..." Kızı koyacak yer bulamıyorlar, işte en sonunda...

- Tepelerine çıkardılar. Şimdi kızın...

- Kıymetini anladılar ki...

- Şu kızın babasına, a hayvan desen, affedersiniz, gonca gül gibi kızının kıymetini zamanında bilsene a dürzü, affedersiniz... Şimdi kul - köle olmuşsun, neye yarar... Bre namuzsuz herif... sözüm buradan dışarı...

Başka bir akşam da 3 numarada oturanlar, hani şu yumuşak Müdürü zorla kabalaştıran memurla karısı geldi. Ben o akşam yıkanacaktım. Onlar "Bir sakınca yoksa gelelim mi?" diye haber gönderip sorunca yıkanmaktan vazgeçtim.

Kahvelerimizi içerken adam anlatmaya başladı:

- Dört numarada oturanlarla tanışmışsınız ama, onların ne mal olduğunu bilmezsiniz. Bu adamın Bankalar Caddesi'nde mağazası var. İthalatçılık yapar. Bunun bir de muhasebecisi var ki, namuslu insan olursa, bu kadar olur. Hem de çalışkan bir adam... Muhasebeciliği, katipliği, idare müdürlüğünü, bütün işleri bibaşına o yapıyor. Ayda da aldığı ne sanki... Topu topu altıyüz lira... Öyle adam altıyüze değil, altıbin liraya bulunmaz. Çünkü efendim, iş,  hırsızlığa çok müsait. Adamcağız, ayda onbin lira iç etse, patronun ruhu bile duymaz. Gelgelelim, bu adam kırk para haram yemez, tenezzül etmez. Daha doğrusu etmezdi... Bu, bizim dört numarada oturan herif, hiç yok yere adamcağızdan beş kuruşun hesabını sorar: "Ne oldu bugün paranın üstü?..." "Sen bana bak, benim gözümden kaçmaz!", "Anlamadın mı, ben adama on para sektirtmem!...", "Sen benim gözüme baksana, ben de kül yutacak göz var mı?", "Katakulliye gelmem haaa..."

Bu, hergün böyle çekilir mi? Bigün değil, bir ay değil, tam beş sene... Ulan, işte namuslu, sadık, çalışkan bir adam bulmuşsun, kadrini, kıymetini bilsene... Buldun da bunuyorsun...

Böyle diye diye en sonunda zavallı adamı zıvanadan çıkardı. Şimdi o namuslu adam, ayda en aşağı patronuna beş on bin lira kazık atıyor. Hem de göz göre göre... Bu bizim dört numarada oturan komşumuz da sesini bile çıkaramıyor... Çünkü adam iş biliyor, becerikli. Onbin çalıyorsa yüzbin lira da kazandırıyor. Bunu çıkarıp yerine başkasını alsa, yeni gelen hırsız olacak diye çıkaramıyor. Yani dünyanın en namuslu adamını zorla hırsız yaptı çıktı. Ancak ondan sonra adamın kadrini kıymetini anladı. Böylesine ne denir Bey'im?... Ulan namussuz, affedersiniz, madem adamın aylığını arttırmak lazımdı, şu adamı zorla hırsız yapmadan arttırsan, olmaz mıydı? Şimdi, yanımdan çıkacak da işlerim bozulacak diye ödü patlıyor. Çünkü adam, herifin bütün dalaverelerini biliyor. Yalnız vergi kaçakçılığını söylese, yandı beriki... A hayvan desen, pardon yani, hak etti de, iş işten geçtikten sonra aklın başına gelmiş neye yarar...

Apartıman komşularımızdan 1 numarada oturanlarla en sonra tanıştık. Hasta olduğum bir akşamdı...

- Vakitleri müsait mi, misafir kabul ederler mi? diye haber göndermişler.

-Buyursunlar!..

1 numarada oturan komşularımızın da dertleri günleri 6 numaradaki kiracılardı.

Erkek,

- Efendim, bir karışık, acayip aile... dedi.

Kadın tamamladı:

- Aman Bey acayip de laf mı? Dünyada bulunmaz bir kadın. Bikez eşsiz bir ev kadını. Evi çiçek gibiydi. Yemek, pasta, dikiş, çiçek, on parmağında on marifet var kadının...

- Ya kültürü?... Lise mezunu ama, benim diyen üniversite mezununu cebinden çıkarır. Herşeye aklı erer. Bir konuşması var...

- Durmadan da okur...

- Öyle de güzel ki...

- Gelgelelim kocası bir avanak. Nasıl kıskanç bir adam, anlatamam. Hani kıskanılacak da ortada bişey olsa bari... Kadının kocasından başka hiçbir erkekte gözü yok.  Gel de anlat herife...

- O pis herifin de nesini severdi, bilmem ki...

- Yolda beraber giderlerken, "Neye o herife baktın?"  diye hiç yoktan kavga çıkarır. Kadın, "Baktımsa kör olayım" diye ağlar. Evde bitürlü, sokakta bitürlu... Evde olsa, "Neye pencerenin perdesi açık?... Karşı apartımandaki oğlan  değil mi?..." Kadın, yapma, etme diye yalvarır, ağlar, para etmez... Akşam gelir,  "bugün eve hangi herifi aldın?...", "Kaç zamparan var?"

- En sonunda efendim, kadın da, "Ya öyle mi, ben sana göstereyim..." demiş olacak zahir...

- Yaaa... Zavallı kadının zorla baştan çıkmasına sebep oldu. Şimdi görseniz, zamparalar evde cirit oynuyor, kocası olacak herif de zamparalara hizmet ediyor.  Bikez kadına deli gibi aşık, ayrılamıyor. A namussuz desen,  yani affedersiniz, madem bu kadından ayrılamayacaktın, böyle seviyordun da şu kadın sana bağlıyken kıymetini bilsen olmaz mıdı?... Şimdi kadının kölesi... "Ruhum, hayatım, emret!" diyor. Kadının "öl" dediği yerde ölecek. A pezevenk, desen yani, çok affedersiniz, ulan şu kadının kıymetini...

Bütün apartıman komşularımız bize, "Gülegüle oturun"a gelmişlerdi. Artık misafirlik sırası bizdeydi.

Bir sabah apartımandan çıkarken alt kat merdivende bir adam,

- Günaydın Beyefendi... dedi.

- Günaydın...

- Biz yeni taşındık buraya... 8 numaralı dairenin kiracısıyız.

Demrk bizim dairenin karşısındaki 8 numaraya da kiracı gelmişti. Birlikte sokağa çıktık. Otobüs durağına geldik. Konuşkan bir adammış.

- Şu bizim dairenin karşısındaki 7 numarada bir herif oturuyormuş... dedi.

7 numarada biz oturuyorduk. Adam yüzüme karşı benden "herif" diye söz edince, "orada ben oturuyorum" diyemedim.

- Ne adamlar var şu dünyada... dedi.

- Efendim bu herif, buraya taşınmadan önce, 300 lira kira ile bir apartımanda oturuyormuş. Kaloriferli, asansörlü bir apartıman dairesi. Altı oda, bir salon... Parke döşeli...E insaf Bey'im, böyle bir apartıman 300 liraya olur mu? Apartıman sahibi, "Hiç olmazsa 400 lira verin" demiş.  Bu herif "Kırk para fazla vermem" diye diretmiş. Bunun üzerine iş mahkemeye düşmüş. Apartıman sahibi, "Oğlum oturacak" diye tahliye kararı alınca, bu kez herif apartıman sahibinin eline ayağına düşmüş, "Aman 800 lira vereyim de beni çıkarma!" diye yalvarmaya başlamış. Apartıman sahibi de kızmış, "Sen madem zamanında 400 lira bile vermedin, şimdi 800 değil, 8000 versen kabul değil" demiş. Bu 7 numarada oturan herif var ya, dört odalı daireyi 900 liraya tutmuş. Dört odalı daireye 900 lira verilir mi ulan?... Tabii o 900 verince apartıman sahibi bize de daha aşağı vermedi. Şimdi böylesine ne denir?...  Madem 800 vereyim diye apartıman sahibine yalvaracaksın, şunu zamanında...

- Benim otobüs geldi... diyerek, o sırada durağa gelen gideceğim yerin tersine giden otobüse hemen atladım.


8 numaralı dairede oturan komşumuzun alacağı olsun, ben ona göstereceğim. Sanki ben onun ne mal olduğunu öğrenemez miyim?... İşte buyüzden apartımandaki komşularımızdan hiçbirine gidip gelmiyoruz.

************************************************************


Öykünün kitaptaki orijinal hali için Imgur linki: http://imgur.com/a/fRdbO

17 Ekim 2016 Pazartesi

Beşiktaşlı devrimci

futbolla arası olan biri değilim. desteklediğim, sempatizanı olduğum birkaç takım var: barcelona, liverpool, beşiktaş, adana demirspor. evet, tamamen siyasi nedenlerle. barça hayranlığım biraz daha ayrıdır gerçi. öyle maç izleyen biri de değilim normalde. çok çok nadiren, çok özel maçlar olursa arkadaşlarımla falan izlerim kırk yılda bir. onun dışında derbi maçlardan bile son anda haberim olur, sosyal medya sağ olsun. beşiktaş kalecisinin tolga zengin olduğunu dün öğrendim, o kadar söyleyeyim. ama takım sorduklarında, yine de “çarşılıyım” derim.


1980 öncesi dev-genç’li olan abim hasta beşiktaşlı, öyle böyle değil ama. kuzenlerimden küçük kardeş hasta fenerli, abisi hasta beşiktaşlı. abim geldi geçenlerde. haberi duyunca kuzenler de geldi. rakılar açıldı, sohbet ediyoruz. konu nasıl döndü dolaştı hatırlamıyorum, futbola geldi bir ara. beşiktaşlı olan kuzenim, düğün gününü bile beşiktaş maçı tarihine göre ayarlamıştı, öyle bir manyak. ben bu olayı anlatınca, “zaten beşiktaşlı olmak, ancak manyaklıkla açıklanabilir bir şey” dedi abim. başladı anlatmaya…

sene 1982. ligin son iki maçı. beşiktaş ve trabzonspor arasında müthiş bir şampiyonluk yarışı var. sondan ikinci maç beşiktaş-trabzon maçı. 1-0 kazanan şampiyon olacak. maç istanbul’da, inönü stadyumunda. 12 eylül darbesinin üzerinden 2 sene geçmiş, sıkıyönetim devam ediyor. akşamları sokağa çıkma yasağı var, 06.00’da bitiyor yasak. abim örgüt üyeliğinden aranıyor. mecidiyeköy civarında bir yerde saklanıyor o vakitler.

- o gün beşiktaş’ın trabzon’la maçı var. örgüt disiplinimizi hiç bozmadık. sokağa çıktığımızda, beş yüz metre ileride ne olduğunu görmek, bilmek zorundayız. düşüncesizce adım atma şansımız yok. diğer yandan da beşiktaş aşkı var. maç çok önemli. sabah beşte kalktım. kendi kendimi yiyorum. o maça gitmem lazım.

o kadar kritik bir maç ki, eğer berabere biterse son maça kalacak şampiyonluk yarışı. beşiktaş’ın son maçı eskişehir’de, eskişehirspor’la. eskişehirspor de kümede kalma mücadelesi veriyor. yenilirse küme düşecek, o yüzden maça asılması lazım. trabzon ise adanaspor ile oynayacak ama kendi sahasında oynamanın avantajını yaşayacak.

şimdi nasıl bilmiyorum ama, o yıllarda maç günü stadın önünde müthiş kuyruk olurdu. bilet almak için sabah erken saatlerde sıraya girmek gerekirdi. hatta bilet kuyruklarında karaborsacılar olur, ön sıralardan kuyruğa girmek için o karaborsacılara para verilir, onların yerine geçilirdi sıraya. abim takmış kafaya, o gün o maça gidecek. erkenden evden çıkıp stada giderek bir an önce bilet alma telaşında. evde dönüp dolaşıyor, saat oluyor 05.45. yasağın bitmesine 15 dakika var. “ulan çıkarım şimdi, ben zaten meydana gidene kadar saat altı olur, yasak biter” diyor ve daha fazla dayanamayıp çıkıyor evden. sokağı kesiyor, etraf temiz. tam mecidiyeköy meydana doğru çıkmak üzereyken polis ekibi kesiyor yolunu.

- nereye gidiyorsun?

altında siyah pantolon, üzerinde beyaz gömlek, boynunda beşiktaş atkısı var.

- abi bugün beşiktaş’ın maçı var, stada gidiyorum.
+ sokağa çıkma yasağı olduğunu bilmiyor musun?
- abi, şampiyonluk maçı. birazdan biter yasak. erkenden stada gitmem lazım.
+ alın bunu arabaya!

haydaaa… kaçsa kaçamaz. karakola giderse durum zaten sakat. yapacak da bir şey yok. çaresiz biniyor arabaya. ekip otosu gayrettepe’ye doğru ilerliyor. “şimdi sıçtık” diyor abim. oraya girerse, çıkması mümkün değil! devrim uğruna değil, düpedüz beşiktaş aşkına gidecek. neden on beş dakika daha beklemediğine küfrediyor kendi kendine. ekip otosu gayrettepe şubesi’nin önünden dönüp devam ediyor. şişli karakoluna götürüleceğini düşünüyor abim bu kez. gayrettepe’ye oranla iyi gibi ama zaten aranan biri olduğu için de ne kadar iyi olabilir ki sonuçta? bu arada henüz kendisine kimlik kontrolü yapılmadığını fark ediyor. ne yapmak istediklerini, ne yapabileceklerini düşünüyor. ekip, şişli karakolunu da geçiyor. durum iyice tuhaf, tuhaf olduğu için de korkutucu bir hâl almaya başlıyor. bir belirsizlik var ortada. düşünüyor abim, ileride bir de osmanbey karakolu var, herhalde oraya götürülüyor ama neden öyle bir şey yapıyorlar ki acaba? yol boyunca herhangi bir konuşma da olmuyor pek. bu da ayrıca ilginç. daha önce gözaltına alınmışlığı da var, işkenceden geçmişliği de. polisin ne yapacağını bilir genelde. bu seferki çok bambaşka bir şey. böyle düşüne düşüne giderken, osmanbey karakolu’nu da geçiyor otomobil. irkiliyor abim. ulan üç tane karakol var civarda götürebilecekleri. burayı da geçtiklerine göre, bu iş başka bir yere gidiyor. otomobildekileri iyice incelemeye başlıyor abim. yoksa bunlar normal polis değil mi? sakın şehir dışına götürülüyor olmasın? infaza götürüldüğü geçiyor bir an kafasından ama kimlik kontrolü yapılmamış, infaza gitmesi için şimdilik bir gerekçe yok ortada. otomobil maçka yoluna sapıyor. hoppalaaa… gözleri arabanın kapısına ilişiyor. kapıyı açıp atlayarak kaçmayı düşünüyor. çünkü bu işin sonu zaten hayır değil, en azından canını kurtarmayı deneyebilir. maçka parkı’na yöneliyor otomobil.

- düşünüyorum; bunlar normal polis olsa, beni üç karakoldan birine götürürlerdi. mit falan olsa, şehir dışında infaz ederlerdi belki ama kimlik kontrolü de yapılmadı. maçka parkı’nda ne yapacaklarını da anlamadım. kimse soru sormuyor, bir şey söylemiyor. niyetlerini anlasam, ona göre bir formül düşüneceğim. maçka parkı'nın kapısına doğru gidiyoruz biz.

gece yasak başladıktan sonra sokaklarda yakalananlar, duruma göre ya karakola götürülür ya da karakolda yer kalmadığı için spor salonları, parklar gibi geniş alanlara. maçka parkı’na da gece gözaltına alınanları toplayıp getirmişler, bir yığın insan var içeride. bu yakalananların hepsi suçlu olmayabiliyor. kimisi gidecek yeri olmayan evsiz barksızlar, kimisi yasak saatini kaçırmış sıradan yurttaş. kimlik kontrolü sonunda “temiz” oldukları görülürse, yasak bitene kadar gözaltında tutuluyor, sonra serbest bırakılıyorlar.

ekip otosunun maçka parkına ulaşması, yasaktan ötürü yollar bomboş olduğu için 10-12 dakika falan sürüyor. parkın kapısına yakın bir yerde duruyor otomobil. kimsede çıt yok, en ufak bir hareket yok. komiser önce saatine, ardından göz ucuyla parkın kapısına bakıyor. az sonra da parkın kapısı açılıyor, gözaltına alınanlar serbest bırakılıyor. yığınla insan çıkıyor parktan koşarak.

- üzerimize doğru insan seli akıyor, koşarak geliyorlar. ben de şaşkınlıkla izliyorum olan biteni.

komiser iniyor otomobilden. arka kapıyı açarak abimin kolundan tutup indiriyor aşağıya. sağına soluna bakındıktan sonra dönüyor abime;

- şimdi kaybolup gidiyorsun buradan, bir daha yasak saati dışarı çıkmıyorsun. bu maçı alamazsanız, bir dahaki sefere bacaklarını kırarım senin. koş ulan!

meğer komiser de beşiktaşlıymış. yasak bitene kadar 15 dakika dolaştırmışlar abimi. maçka parkı’na da, kalabalığın arasına karışır gider diye getirmişler.

- komiserin yüzüne baktım, belli belirsiz gülümsüyor bana. iki beşiktaşlı birbirimize göz kırptık. kalabalığın arasına karışıp uzaklaştım oradan, doğru stada…

o günkü maç 0-0 bitti. bir sonraki hafta trabzonspor kendi sahasında adanaspor’u 1-0 yendi. beşiktaş – eskişehirpor maçı ise ayrı bir efsane oldu. beşiktaş 2-1 öndeyken, sahanın karışması sonucu hakem talat tokat76. dakikada maçı tatil edecekti. (bkz: 13 haziran 1982 eskişehirspor beşiktaş maçı)

hükmen galip geldiği açıklanan beşiktaş, 15 yıl aradan sonra şampiyon olmuştu o yıl.

- beşiktaş aşkı böyle bir şey. ne devrimcisi normal tepki verebiliyor, ne polisi.

16 Ekim 2016 Pazar

Söz anlamını yitirdiğinde


Bu yazı herhangi bir politik mesaj, toplumsal kaygı vb taşımamaktadır. Sadece kişisel tarihime düştüğüm bir nottur. Hem ileride bu yazılara baktıkça hangi yollardan geçtiğimi anımsamama hem de 2016 Türkiye'sinin ne durumda olduğunu görmeme yarayacaktır.


Yazmak ne zaman anlamlıdır? Yazdıklarınız gerçekten birilerine, bir yerlere ulaştığında. Burada okunurluktan bahsetmiyorum elbette. Kastettiğim, yazının işlevselliği ve her alandaki mücadeleye somut katkı sunması.



Üç buçuk aydır (darbe girişiminden 15 gün öncesi başlayan bir süreç) Facebook hesabımı açmadım bile, çok istisnai bir iki durumu saymazsak. Çok benzer nedenler, bir süredir Twitter'da da kendini göstermeye başladı. Malum, bir süredir FETÖ adı altında cemaate karşı bir operasyon yürütüyor iktidar. Bu operasyonların salt cemaati vurmayacağını, zamanla yayılarak hepimize dokunacağını ve acilen örgütlenerek bu gidişin nasıl sonlandırılabileceği üzerine kafa yorulması gerektiğini daha önce de yazdım. Oysa bugün Türkiye'de çoğunluğun muhalefet anlayışı şu: İktidar mensubu herhangi biri çıkıp cemaatle ilgili bir şeyler söyler, "Bunları zaten AKP güçlendirdi, zamanında da bunu söylemişlerdi cemaat için" biçimli paylaşımlar yapılır (o da sosyal medyada) ve bu paylaşımlar yüzlerce, binlerce insan tarafından desteklenerek "toplumsal muhalefet"in dibine vurulur. Artık bir gerizekalının bile bildiği şeyleri tekrarlamak, ortaokul çağındaki bir çocuğun yapabildiği ve hiçbir işlevselliği olmayan "durum tespitleri"ni paylaşmak, ama buna karşın çözüme yönelik herhangi bir şeyin konuşulmaması ve çözümün bir parçası olmaya yanaşmamak... Sosyal medyayı domine eden kişilerin yaptığı şey, sadece tribünlere oynayıp alkış almaktan ibaret ve bu kadar işlevsiz, zekadan yoksun, çözüme en ufak bir katkısı bulunmayan tespitlerin bu kadar alıcı bulması can sıkıcı. Dön dolaş; "AKP şunu yaptı, AKP bunu yaptı, ülkeyi bu hale getirdi, böyle zarar verdi..." Eee? Bunları bilmeyen mi var? Tamam, AKP çok kötü. Cemaati de AKP büyüttü. Beşikteki bebe bile biliyor bunu. Sonra? Çözüm önerin ne? O kalabalığın arasında sesimizi duyurmakta zorlandığımız gibi, duyan birkaç kişi için de bir şey değişmiyor; üstelik söylediklerimize hak verenler dahil. Zaten en kötüsü de bu ya. Şikayet ettikleri sistemi bizzat besleyen kitle, besleyenleri de eleştirdiği halde eleştirdiklerinden zerre farkları olmadığının da farkında değil. Yani elleriyle besleyip büyüttükleri bataklıktan şikayet eden, durum anlatıldığında da ya kabul etmeyen ya da etse bile en ufak bir tavır değişikliğinde bulunmayan kitleye yazmanın, bir şeyler anlatmanın, bu beyhude çabanın ne kadar aptalca olduğu ortada değil mi? Üstelik bahsettiğim kitle de "aklı başında" sandığımız kişilerden oluşuyor, "ortalama" olarak nitelediklerimizden söz etmiyorum.

Aynı şekilde, feminist bir arkadaşla konuşmakta olduğumuz konuda da aynı durum geçerli. Bir tweet düştü timeline'a. Feno denen bir kişinin tweet'i. Şahsı, öncesinde de yine timeline'ıma düşen tweet'lerinden biliyorum. Profil sayfasına girip baktım. Her iki cümlesinden biri; "aq, oç, anasını sikeyim, ananın amı..." vb. Siyaset yazarken de böyle, maç izlerken de böyle, herhangi bir şeyden söz ederken de böyle. Takip edenlere baktım tanıdıklarım arasında, manzara feci felaket. Timeline'ında sürekli cinsiyetçilik eleştirisinde bulunan kadın arkadaşlardan tut, yine "aklı başında" sandığımız ve bu konularda sürekli eleştiri getiren kadınlara kim istersen var. Yine ortalamayı saymıyorum burada. Arkadaşa da söylediğim gibi; durum buyken, biz hangi cinsiyetçilikle ve eril dille mücadele edip kime ne anlatıyoruz ki? Tüm o küfürleri (isterse "Ben normalde küfür paylaşmam ama" ile başlayan cümlelerle hafifletilmeye çalışılsın) beğenerek, paylaşarak, hatta hiç etkileşime girilmese bile takip ederek meşru zemine oturtan bunca kadın (ki özellikle vurguluyorum, aklı başında sandıklarımızdan söz ediyorum hep) varken, bizim cinsiyetçilik/erillik karşıtı bir şeyler anlatıp akıntıya kürek çekmemizin ne anlamı var? En basitinden; erkek arkadaşları bu konuda uyarmaya kalktığımızda "Kadınlar bile şikayetçi değil, bu kadar kadın takip ediyor ve paylaşıyor" gibisinden yüzde yüz haklı bir savunma getirdikleri anda, verecek hiçbir yanıtımız kalmıyor. Hem mağduru oldukları cinsiyetçiliği ve erilliği besleyip hem de bundan (hakları varmış gibi) şikayet eden grubun ne mücadelesi var ki, neye destek olmak için neyi yazacaksın? Yazma kısmı dahi bir kenara, bu konuda mücadele etmek veya mücadeleye destek vermek bile gereksiz.

Sorun şu ki; yazdıklarım, beğenenlerde bile bir şeyin değişmesine yaramıyorsa ve her şey aynı tas aynı hamam devam ediyorsa, yazmak benim açımdan anlam ifade etmiyor demektir. Çünkü politik yazıları bir karşılığı olsun, bir işe yarasın, bir şeye dokunsun diye yazıyorum. Bahsettiğim tutarlılıkta ve bilinç düzeyinde birinin okumasına zaten gerek yok. Diğer kitle de okuyup beğendiği halde kendini sorgulamak yerine eleştirdiği sistemi beslemeye devam ediyorsa, o yazı hiç yazılmasa da olur. Yazıyorsun, "Keysi çok güzel yazmışsın, ellerine sağlık" denip paylaşılıyor, ancak bunu söyleyen, yapan kişide bile bir değişikliğe neden olmuyor. O yüzden birçok alandan çekilmenin daha akıllıca olduğunu düşünüyorum kendi adıma. Feminist arkadaşın itirazına verdiğim yanıt gibi; direkt mağduru olmadığım, mağdurları tarafından beslenen konunun müdahili olmak yersiz. Musibetten dahi akıllanmayan bir toplum olduğumuz düşünüldüğünde, herkesin hak ettiğini yaşamasına izin vermek gerekiyor.

Bu, hiç yazı yazmayacağım anlamına gelmiyor elbette. Belki daha kişisel, daha çok kendim açısından notlardan oluşacak, bilmiyorum. Ama örneğin tutup da kadın hakları, cinsiyetçilik, cinsel şiddetle mücadele gibi alanlara, öğrenci hareketlerine, ülkedeki gündeme, örgütlülüğün gerekliliği gibi konulara dair olmayacak. En azından bir süre.

Devrimciliğin, vazgeçmemek olduğunu söyler bazı arkadaşlar. Kendi alanımdaki mücadeleden vazgeçiyor değilim zaten. Sadece, değmediğini gördüğüm alanlarda boşa nefes tüketmek, akıntıya kürek çekmek gereksizliğini kenara bırakıyorum.

Hak edenin, hak ettiğini yaşamasını dileklerimle...